Tarihsel Açıdan Bir Değerlendirme
İbrahim Halil Üçer
İDE AKADEMİ 2020-2021 | DERS NOTLARI | 7 Aralık 2020
Ontolojik Merkezli Bütüncül Bir Perspektif
- İnsanoğlunun şeyleri idrak yönündeki çabasının halihazırda belirli, tikel, özelleşmiş bilimler aracılığıyla yürütülüyor olmasının pedagojik bir zaruretten daha fazla bir gerekçesi yoktur.
- İnsanın tikel bilimsel disiplinlere yönelmesinin temelinde esasen doğrudan doğruya varlığa dair bir merak vardır.
- Bütün bir idrak çabası “nereden geliyorum, neredeyim, nereye gidiyorum” şeklinde varlığa yönelmiş bir sorunun cevabını arar. Bu minvalde Kitabu’l Muteber'indeki bir pasajda Ebu’l Berekat el-Bağdadi ilimleri "el-ulûm el-vucûdiyye" diye nitelendirmemiz gerektiğini söyler.
- İlimlerin kendisine nispet edilebileceği tek bir şey vardır; o da Varlık. Bir bütün olarak ilimler, varlığa dair ortak bir nokta olması itibariyle birlik kazanırlar çünkü evvelemirde bizim idrakimiz anlamlı bir şekilde mebde ve mead mülahazasına ve nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimize yöneliktir.
- Varlığı bir bütün olarak kavrayamadığımız için dilde varlık, dışta varlık, zihinde varlık, yazıda varlık gibi kategorilerde tasnif ederiz.
- Yine varlığı incelerken, insan varoluşunun da içinde bulunduğu varlığın kendisine yönelmek, onu araştırmak için dildeki, yazıdaki, zihindeki, dıştaki varlık alanına dair de bir araştırma yürütmeye başlarız.
- Sözgelimi dışta varlık alanını inceleyen bilimler konularına nispetle fizik, pratik bilimler gibi alanlara ayrılmaya başlar. Zihinde varlık alanını inceleyen bilimler, mantık, matematik gibi alanlara ayrılır. Dilde varlık alanını inceleyen bilimler nahiv, aruz, beyan gibi alanlara ayrılmaya başlar. Yazıda varlık alanı olarak da yazıyı, doğrudan doğruya insan elinin uzantısı olarak ortaya çıkan her türlü ameli olarak değerlendirirsek hem zanaatlar hem de buna bağlı olarak sanatlar birbirinden ayrılırlar. Nihai kertede tüm bu ayrılan bilimsel disiplinlerin kendisine dönüp ortaklaştığı bir soru var: o da Varlık sorusunun kendisidir.
- Dolayısıyla Varlık sorusundan neşet ettiğini unutan tikel bir disiplin, insani soruşturmanın uzağına düşmüş olur. Bu seviyede bizim bu soru ile irtibatını kopardığımız bilimlere hem başlangıç hem gaye seviyesinde birlik kazandıran varlıkla alakalı bir çerçeveyi yitiren, onunla ilişkisini kopartan tikel bilimsel disiplinle iştigal, artık bir bilim adamı için varlık sorusu ile münasebetini kaybetmiş tikel bilimsel araştırma, patates satıcılığından derece bakımından farklıdır fakat mahiyet itibariyle büyük bir fark ortaya çıkarmaz.
- Çünkü o araştırma doğrudan doğruya idrakin kendisine yönelmesi gerekirken, insanın anlamını ortaya çıkaracak aslî soru ile bağını kopardığı için bize idrak seviyesinde bir kemal bahşetmez. Bunun yerine varlığın bir boyutundan başka bir boyutuna yönelecek meşguliyet arasında bu asli sorudan uzaklaştığı ölçüde bir farkın bulunmaması manasında o bilimsel disipline ilişkin araştırma, tahlil, değerlendirme hikmetini gayesini, anlamını yitirir.
- Ontolojinin merkezde bulunduğu, hikmeti ortaya çıkaracak bütüncül bir bakış, perspektif esas olan meseledir.
Perspektifin İslam Düşünce Geleneğindeki Tezahürü
- İlk ulema prototipini teşkil eden sahabe ve tabiin için ilimler diye bir şeyden bugünkü manasıyla bahsetmemiz mümkün değildir.
- Onlar için ulûm denildiğinde mearif denilen şey anlaşılır. Bugün anladığımız manada science dediğimiz mevzuu, mebadii, yöntemi ile sistematik bir yapıya kavuşması İslam düşünce geleneğinde belirli bir tarihsel sürecin geçmesini gerektirir.
- Her birinin belirli ayrı bir mevzunun teşekkül ettiği ve o mevzua bağlı şekilde, zati arazlarının o konuyu takip edebileceğimiz haliyle mesailinin ortaya çıktığı ve mevzuu temellendiren ilkelerle birlikte sistematik araştırma alanının, varlığın belirli bölgesine hasredilip diğer bölgesine başka bir bilimsel araştırmanın hasredilmesi manasında çoklu bilimler anlayışı ve bilimlere yönelik uzmanlık fikri erken dönem ashap için de tabiin için de geçerli değildir.
- Bu müspet bir tespittir zira onlar için ilmî araştırmanın, bilmenin mevzuu birdi. İlim henüz parçalanmamış, bölünmemiş sonraki dönemlerde keşfedebileceğimiz bir vaziyette spesifik hale gelmemişti. Hem ashap için hem de tabiin uleması için bilme ediminin mevzuu birdi.
- Onlar ne tür bir bilme etkinliği içerisinde mearif alanını inşa ediyorlardı sorusunu sorduğumuzda biz İslam düşünce geleneğindeki bilimsel faaliyetin bugün bile takip etmemiz gereken birleştirici özüne ulaşabileceğimiz bir tutamak noktası yakalayabiliriz.
- Abdullah bin Abbas’da, Abdullah İbni Mesud’da, Hasan-ı Basri’de görebileceğimiz henüz bölünüp parçalanmamış bilme etkinliği, bilim anlayışı, mevzuu bir olan ilim anlayışını keşfettiğimizde sonraki dönemler boyunca korunan bugün de bizim bilimleri mevzuularına göre ayırdığımız halde korumamız gereken bir birlik anlayışını keşfedebiliriz.
Tedvin, Tasnif, Tedvib
- Müslümanlar açısından science dediğimiz bilim anlayışı belirli bir tarihsel süreç gerektirir ve her ilmin, hadisin de tefsirin de fıkhın da kelamın da tarihini anlatan metinler, tedvin, tasnif ve tedvib terimini tarihsel süreçte gelişim aşamalarına göre anlatılır.
- İlimlerdeki bütüncül bilgi anlayışını yansıtan perspektif, tedvin döneminde ortaya çıkan bir şeydir.
- Tedvinin iki manasından bahsediyoruz, ilki bir araya getirmek, yazıyı aktarmak, ikincisi tasniftir.
- Tasnif manasında kullanıldığında şunu ifade ediyor; mesail alanı herhangi bir mevzuya bağlanmamış ve her biri ayrı konularda kendini gösteren problemler arasında çizgiler çekerek belirli bir problem alanını belirli bir mevzu ile ilişkilendirip o mevzuya nispetle o mesail alanına ad verdiğinizde o ilmi tedvin etmiş, bir bilimsel sahayı vazetmiş oluyorsunuz. Hadis usulünün tedvini, fıkıh usulünün tedvini, kelamın tedvini denildiğinde daha geç dönemlere tekabül edecek şekilde bu anlamlardan bahsediyoruz.
- Bu noktada sadece bilgi içeriğinin toplanarak yazıya aktarılması, derlenmesi manasında erken dönemde tedvinden bahsedebiliriz. Bu faaliyet sonucunda yine dini ilimlerde farklı yazım türleri ortaya çıkacaktır.
Erken Dönem Ashabın Bilme Faaliyetini Yönlendiren Şey Neydi?
- Müslümanlar Peygamberimizin vefatının ardından evvelemirde Müslüman olma fiilinin tazammunları dahilinde ortaya çıkan bazı sorulara sahip oldu.
- Ridde savaşları sırasında hafızların büyük bir kısmının ölmesi, Hz Osman döneminde Taberistan’a gönderilen ordu içerisinde hem Arapların hem acemlerin olması Kur'an-ı Kerim'in nasıl okunacağını dair orduda bir tartışma çıkması, Cemel ve Sıffin savaşlarında Müslümanların kasten birbirlerinin kanına girmesi, Medine sokaklarında bir patlıcan satıcısının patlıcanların satılmamış bir şekilde elinde kalması durumunda Peygambere “patlıcanı ne için yerseniz ona faydalıdır” sözünü atfetmesi gibi hadiseler yeni durumlar doğurdu.
- Müslümanlar bu problemlere karşı belirli sorular sordular.
- Hafızların şehit edilmesi Müslümanın zihninde bir soruya dönüştü: “Kur'an-ı Kerim'i muhafaza edenler hafızlardı acaba hafızların şehit edilmesi durumunda Kur'an-ı Kerim'i olduğu gibi muhafaza etme imkânına sahip olabilecek miyiz?” sorusu Müslümanların zihninde Kur’an-ı Kerim'in cem’i meselesini ortaya çıkardı.
- Birinin Medine çarşısında Hz. Peygamber'e yalan haber isnad etmesi Müslümanların zihninde şöyle bir soruyu ortaya çıkardı; “Acaba söylenenlerin Peygamberimize gerçekten ait olup olmadığını nasıl belirleyeceğiz?” Peygamberimize isnad edilen sözlerin hem senet hem metin açısından sıhhati bir mesele haline geldi.
- Kur’an’ı Kerim’in nasıl okunacağı, doğru okunuşunun ne olduğu, zihinde kıraat ilminin ne olacağına dair bir soru ortaya çıkardı. Bu durum Kur'an'ın farklı okunuşlarını zapt altında tutma meselesini ortaya çıkardı.
- Cemel ve Sıffin hadiseleri, büyük günah işleyenin durumu ne olacak sorusunu ortaya çıkardı. Bu, giderek insanın özgürlüğü, imanın mahiyeti, Tanrının zatı ve sıfatları, Tanrının alemle, insanla ilişkisi sonrasında Tanrı hakkında nasıl konuşacağımız gibi ve meselelere dönüştü.
- Erken dönemde bu meseleler tek bir zihinde toplanan tek bir mesele olarak görülen daha sonra, zihinde ortaya çıkan bahisler etrafında yazıya aktarılan bir çerçeve ortaya çıkardı.
- İslam düşünce geleneğinin dıştan zihne, zihinden dile, nihayet dilden yazıya intikal eden gidişatını keşfedebiliyoruz. Bu süreç boyunca ilim lafzı hiçbir zaman bugün kullandığımız manasında kullanılmadı. Bazen hadisle eş anlamlı kullanılıyordu, bu durumda hadisleri tespit etme dışında o ilme sahip olanın hadisler ve ayetler ışığında eşyayı kavradığı bir anlayışa işaret ediyordu.
- Müslümanların ilk dönemde rıhle fi’ talebi’l ilimden kastettikleri evvelemirde hadis toplayıcılığıdır. Çünkü hadisler Peygamber Efendimizden aktarılan şeyler olmaları itibariyle Müslümanlar için dış dünyada karşılaştıkları hadiseleri kavrama, anlama, yorumlama, değerlendirme hususunda birincil kaynağa tekabül ediyordu.
- Bununla birlikte buradaki ilim lafzını hadisle ilişkilendirdiğimizde bu anlamın sadece Peygamber Efendimizden duyulan bir sözü aktarma manasına gelmediğini aksine o bilme melekesine sahip olduğumuzda bir gaye sahibi olduğunuza işaret edecek bir mana ifade ettiğini görüyoruz.
- Bu seviyede ortaya çıkan bilme, bilim tabiri sadece hadisleri tespit etme ve aktarmanın ötesinde o ilme sahip olanın aynı zamanda bir gayeye, kavrayışa sahip olması, nihayet hadisler ve hadislerin açıklayıcısı olduğu ayetler temelinde eşyayı ve dışındaki hadiseleri kavradığı bir anlayışa işaret ediyordu.
- Bu temelde değerlendirdiğimizde sahabe ve tabiin uleması için hadisler ve ayetler temelinde ayrım gözetmeksizin hadisat alanında yüz yüze geldiğimiz hemen her duruma yönelik derin kavrayış ilim adını aldı. Hasan-ı Basri'de, Abdullah İbni Mesud’da gördüğümüz esas itibarıyla budur. Önceki dönemlerde ilim dediğimiz şey, Müslümanların hayat görüşünü şekillendiren, bir kez tasnif edildikten sonra kendisi temelinde eşyaya nazar ettiğimiz, kendisi temelinde hadisatı ayrım gözetmeksizin kavradığımız ve bu kavrayış sayesinde İslam toplumunun salahını teminat altına aldığımız bir idrak çabasına işaret ediyordu.
- Erken dönem itibariyle Müslüman bilginlerin ilk âlim prototiplerinin idrak çabasını yönlendiren şey hadisata dönük Müslüman hayat görüşünün temelinde bulunan kaynaklar üzerinden ayrımsız bir idrak çabası olarak belirtebiliriz.
İlim Nedir?
- İlim, kendisi aracılığıyla bizde bir bütüncül yetkinliği ortaya çıkartan şeydir. Bu seviyede ilk alim prototipinde bilmek ile ilim ve amel arasında önceki dönemler itibariyle derinlemesine bir ayrımın bulunmadığını görüyoruz.
- Bu nedenle bilmek, sahip olunduğunda insanı amel bakımından da yetkinleştirilecek bir şey olarak değerlendiriliyor.
- Sonraki döneme intikal ettiğimizde bu bütüncül bilme çabasının o aslî birliği kaybetmeksizin ve bu birliğe de sürekli bir vurguda bulunacak biçimde belirli mevzular aracılığı ile mesail arasında ayrım yapılması suretiyle parçalanmaya başladığını görüyoruz. Ama bütün bu parçalanma boyunca yine Müslümanlar arasında o birliği muhafaza edecek bir perspektifin korunduğu müşahede edebiliyoruz. Bu perspektifi koruyan şey esas itibarıyla şudur; Müslümanlar arasında bilme çabası üç ayrı terimle ifade edilir hale geliyor birincisi tefakkuh, ikincisi tekellüm, üçüncüsü ise tezehhüd ‘tür. Müslüman için bu üç idrak alanı birbirinden hiçbir şekilde bağımsız olarak düşünülmüyor.
Tefakkuh / Tekellüm / Tefekkür
- Müslümanın muhatap olduğu ilahi teklif ya da kendisi sayesinde kazandığı hayat görüşü ile hadisat arasındaki münasebeti sıkı sıkıya koruma ve hadisat ile bu hayat görüşü arasındaki münasebeti daima tesis çabasından bahsediyoruz. Bu tesis çabası Müslümanlığımızı sürdürme çabası olarak anlaşılmalıdır. Dini ilimler de bu çabanın bir sonucu olarak gündeme gelir. Bu aslî çaba seviyesinde idrak bütüncüldür ve parçalanamaz, bunun ertesinde parçalanabilir ve bu parçalanma esnasında aslî çabayı unuttuğu esnada bilgin, o bilme çabasının anlamını yitirmeye başlar. Bilme çabası aslî idrakten koptuğunda bütünlüğünü kaybeder, tikelleşir ve çatışmacı bir dile intikal etmeye başlar.
- İlahi teklifle bizim münasebetimiz kendi doğallığı içerisinde o teklif ile alakalı tahkik, tarif ve temsil sorumluluğunu bize yüklüyor. Müslümanlar muhatap oldukları ilahi teklifi bir kez teslim ettikten sonra teklifin kendilerine yüklediği iki temel vazife ile sorumlu oluyorlar; ilki ilahi teklifi kabul ettikten sonra siz de o teklifi başkalarına götürmekle mükellef oluyorsunuz. Mecazen mükellef oluyorsunuz artık, teklif edici hale geliyorsunuz.
- Bu idrak biçimlerinin, kelamın, tasavvufun ve fıkhın birbirini dışlayan değil birbirini bütünleyen bir vaziyette vazedilebilmesi her üç idrak biçiminin de bizim teklifle münasebetimiz dahilinde ve onun gerektirdiği şahitlik anlamı seviyesinde birlik kazanmasından geçiyor.
Bir Tarif Olarak Kelam
- Bizim teklifle alakalı sorumluluklarımızdan biri şu: muhatap olduğumuz teklifi tarif etmek. Kelam ilmi, neye inanmam gerekir sorusuyla alakalı bir şekilde inanç alanıyla ilgili olarak teklifin bize aktardığı şeyleri başkalarına tarif etme çabası içine giriyor. Kelam bu manada tariftir
- Kelama kelam denilmesinin bir sebebi muhatap olduğumuz insanlarla ortak bir makuliyet zemini içerisinde kelam edebilmemizi mümkün kılan bir ilim olması yani bizim tarifimizin onlarla ortak bir kelam içerisinde tarif edilebilmesi çabasını ifade ediyor.
- Kelam ilmi teklifle alakalı bir biçimde teklifin tarifi çabasını üstleniyor. Tarif ettiğiniz şeyle alakalı bir biçimde tarifi önceleyeceğiniz tahkike sahip olmazsanız tarifinizin taklitten ibaret olacağı daha güçlü bir akli delil, ikna edici bir karşı çıkış sonucunda bizatihi tarif eden teklif edicinin kendi teklifinden şüphe etmesi söz konusu olabileceği için kelam ilmi sadece teklifin tarifini değil aynı zamanda tahkikin mesuliyetini de üstleniyor.
- Böylece kelam ilmi teklifle münasebetli bir biçimde teklifin tahkik ve tarifini üstlenen bilimsel bir disiplin olarak ortaya çıkıyor.
- Bir daire olarak düşünürseniz Darü’l İslam, Kelam ilmi çeperinde bulunur ve dairenin içindekilere tahkik dışındakilere tarif çabasını deruhte eder. Kelamcı oturup mekanik bir biçimde şöyle düşünmez; inanmakla mükellef olduğum şeyleri ya da teklif içinde sunulan şeyleri, Allah'ın varlığı ve birliği, nübüvvet meselesi gibi başlıklarla alakalı bu dairenin içerisindekilere bir tahkik vereyim demez. Kendisi bununla ilgili olarak nassı önceleyen bir zemin içerisinde tahkik ameliyesine girişir, onun tahkiki Müslümanların tahkiki haline gelir. Bu bizim kelamı apolojetik, savunmacı olarak değerlendirmememizi mümkün kılar.
Bir Temsil Olarak Fıkıh
- Fıkıh Darü’l İslam diye tabir ettiğimiz çeperin içindedir. Fıkhın kendisine dayandığı ana ilkeler ve nassın ondan istinbatlar suretiyle insanların hayatını yönlendirebilecek ilahi hitap olduğu hususunda fıkıhçılar kelamcılara müracaat ederler.
- Bir kez nas bizim ona dayanarak hayatımızı şekillendirebileceğimiz bir ilahilikle tavsif edildikten sonra, kelam içerisinde, fıkıh tarafından rahatlıkla o şer'i hükümlerin içinden çıkarılabileceği ve bizim hayatımızın olduğu kadar bizimle yaşayan Müslüman olmayanların hayatlarını da bir ölçüye kadar şekillendirebilecek nassa dayanmanın verdiği güvenle hareket eder fıkıh.
- Tefakkuhu mümkün kılan ontolojik zemin kelam ilmi tarafından tesis edilir. Kelam ilminin meşru hale getirdiği bir istinbat düzlemi içerisinde fıkıh rahatça hareket eder bu yüzden arada aynı zamanda bir hiyerarşi vardır, teklifin tahkiki kelam içerisinde gerçekleştiği için bu tahkiki takip eder seviyede bulunur.
- Müslümanlar hayatlarını nassa dayalı bir biçimde inşa etmenin güvenine kavuşurlar. Fıkıhçı daire içerisinde kalır, o daire içinde teklifin temsili ile alakadar olur. Mükellef olduğumuz bu hakikatin pratiğe nasıl aktarılacağı pratik cihetlerinin nasıl tahakkuk ettirileceği ile alakadar olur. Temsil budur.
- Temsille alakalı olarak fıkıh ilmini tanımlayacak olursak; fıkıh, Müslümanların davranışsal rasyonalitesini ana ilkelere bağlı bir şekilde temellendiren ve süreç içerisinde dinamik bir biçimde sürekli güncelleyen bilimsel disiplin olarak ortaya çıkar.
- Dolayısıyla fıkıh bir yandan muhatap olduğumuz teklifin, müşterek bir makuliyet alanını inşa eder, temellendirir, günceller. Burada yaşayanlar için müşterek bir eylemsel rasyonalite alanı bahşeder. Teklifin tahkik ve tarifi kelama, teklifin temsili ve temsilinin makuliyet düzlemini inşa edilmesi fıkıh usulüne düşer.
- Yine bu daire içerisinde yaşayanlar ve teklifin temsil alanını pratize eden yönle ilişkili bir biçimde fıkıhla yüz yüze olanlar şunu fark ederler; esasen fıkıh İmam Azam Ebu Hanife’nin de işaret ettiği üzere zahirle alakalı bir cihete sahiptir. Fukahanın sözünü hatırlayalım: “biz zahire göre amel ederiz, niyetlere, içte bulunan şeylere Allah Teala hakimdir, o bilir bunları.” Fıkhın bu zahire bakan yönü hukuk nosyonuna da bağlı bir biçimde güçlü formel ciheti, bizatihi bu temsilin pratiğinin bizde neyi sağlamasını umduğumuz sorusuyla alakalı olarak fıkhın kendisini taşır hale getirdi.
Bir Tahkik Olarak Tasavvuf
- Fıkıh, amellerin gayesiyle alakalı değil formuyla alakalı bir çerçeve dahilinde yürütülüyordu. Böylece fıkıh, ben ne yaparsam sahih olur sorusuna cevap ararken, bir de “amelimin sıhhat şartlarını yerine getirsem bile acaba ilahi rızayı o amelle elde edebilir miyim” sorusu kendi doğallığı içerisinde gündeme geldi.
- Zira Kur’an’da şöyle ayetler görüyoruz; “Sizin kestiğiniz kurbanların eti ve kanı Allah’a ulaşmaz, Allah'a ulaşan oradaki takva duygusudur.” Yani ben bütün şartları yerine getirerek kurbanımı kestiğimde yine de kurbanım kabul olmayabiliyor. Kabul şartı ile sıhhat şartı arasında bir ayrım gözetiyor sanki Mükellif. Müslüman nihai olarak ilahi rızayı amaçladığından bu soru zorunlu olarak ortaya çıkıyor.
- Acaba ibadetlerimin Hak Teala nezdindeki kabulü nasıl mümkün olabilir? Böylece fıkh-ı batın dediğimiz ve ilahi rıza etrafında doğrudan doğruya kul ile Rab arasındaki bu münasebeti ele alan mükellefiyetin zahiri boyutu ile ilgilenen fıkıh yanında deruni boyutuyla ilgilenen zühd dediğimiz tasavvuf ortaya çıktı.
- Böylece bu üç ana disiplinin üçü de birbirini tamamlayacak şekilde teklifle alakalı olarak, teklifin tahkikini, tarifini, temsilini ve mükellefiyetin deruni boyutlarını keşif sadedinde üç ortak idrak çabası olarak ortaya çıktı.
- Bu idrak çabalarının asla nispetle temsilini fark eden büyük isimler daima onları tamamlayıcı bir biçimde ele aldılar. Asılla irtibatını koparıp, alanları parçalı spesifik hale getirenler de çatışma yönünde vaziyet aldılar.
Sonuç
- İslam düşünce geleneğinde ihya çabaları Gazali’yi önceleyecek biçimde Muhasibi gibi, Abdullah bin Mübarek, Hasan-ı Basri gibi isimlerde gördüğümüz ihya edici perspektif fikrine vurguda bulunarak ilerledi ve bu bütünlük sayesinde yeniden mükellefin teklifle irtibatlı bir biçimde ortak idrak alanına vurguda bulundu.
- Bugün özellikle ilahiyat disiplinleri açısından gördüğümüz disipliner parçalanma bir seviyede aynı zamanda ilahiyatlarda kendisini ortaya koyan farklı idrak tarzlarının teklifle alakalı bir seviyede birlik kazandıklarına yönelik bir ihmalin sonucudur.
- Bu aynı zamanda kelam ilminde, fıkıhta, tasavvufta bu disiplinlerin kurucu bir literatür inşa etme yönündeki girişimleri giderek artan kısırlığı da bu teklifle irtibatımızın hem varoluşsal seviyede hem de o seviyeyi takiben ortaya çıkan müşterek bütüncül sorumluluk seviyesinde zafiyete uğraması ile alakalıdır.
Hazırlayan: Meryem Şahin
Tarihsel Açıdan Bir Değerlendirme