İDE AKADEMİ | DÖNEM ÖDEVİ 2021-2022
Adı geçen eser Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN danışmanlığında 2014 yılında doktora tezi olarak hazırlanmıştır. 2016 yılında ilk baskısını yapan eserde yazar Hanbelilik mezhebini siyasi-itikadi açıdan inceleyerek mezhebin oluşum serüvenini ortaya koymaya çalışmaktadır. Eser giriş, iki bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır.
Yazar girişte metot ve kaynaklara dair ayrıntılı bilgiler vermiştir. Hacim olarak fazla görünse de verilen malumatlar konuya dair bir ön hazırlık işlevi görmektedir. Yazar metot bölümünde Mezhepler Tarihi araştırmalarında ne tür bir tavır takınılacağı hakkında kurallar zinciri zikretmiştir. Buna göre mezhepler din ile özdeşleştirilmemeli, siyasi-sosyal şartlar içerisinde değerlendirilmelidir. Fikir-hadise irtibatı önemsenmeli, hadiseler tek bir sebeple açıklamaya çalışılmamalı, indirgemecilik tuzağına düşülmemelidir. Bir mezhebin sadece görüşlerinden bahsetmek anlamına gelen yatay açıklamaların yanı sıra dikey açıklamalara da yer verilmelidir. Metinler incelenirken metin sosyolojisi yapılmalı, şahıslar ve görüşler üzerindeki araştırmalar derinleşmelidir. Mezhepler, oluşumunu tamamlamış yapılar olarak görülmemeli, isimlendirme problemine dikkat edilmelidir. Kavramlar doğru şekilde kullanılmalı ve dönemin konjonktürüne göre değerlendirilmelidir. Tarafsızlık ilkesi asla ihmal edilmemelidir. Normatif yerine deskriptif açıklamalar yapılmalıdır (ss. 13-20).
Yazarın, kaynaklar başlığında çağdaş çalışmalara ayrı bir önem verdiği görülmektedir. Burada yazar her bir eserin içeriğine ve ulaşılan sonucuna dair bilgiler vermiştir. Özellikle oryantalist literatürden çokça faydalandığı anlaşılmaktadır. Sekiz oryantalistin konuyla ilgili eserini adeta bir kitap tanıtımı yaparcasına ele almaktadır. Bunu yaparken eserlere tenkitçi bir gözle bakmaktadır (ss. 25-32).
Yazar bir sonraki başlıkta Ahmed b. Hanbel’in (v. 241/855) hayatına dair bilgiler vermiştir. Ahmed b. Hanbel ile Şâfiî (v. 204/820) arasındaki karşılıklı övgüleri zikretmiştir. Şâfiî’nin Ahmed b. Hanbel’den hadis konusunda yararlandığını, Ahmed b. Hanbel’in de onun hukuki biriminden istifade ettiğini belirtmiştir. Konuyla ilgili modern çalışmalardan örnek vererek görüş farklılıklarına temas etmiştir (ss. 35-37). Ahmed b. Hanbel’in Mihne olaylarından önceki hayatına dair bilgilerin çok sınırlı olduğu ifade edilmiştir. Fakat bu durum onun Mihne’den önce önemli bir âlim olduğu hususuna gölge düşürmemektedir. Yazar Mihne’nin başlangıç zamanına yönelik farklı nakillerde bulunmakta ve konuyu bir araştırma ve tartışma sorusu olarak okuyucuların takdirine bırakmaktadır (s. 39).
Yazar giriş bölümünde Mihne konusuna geniş yer ayırmıştır. Bu başlık altında Mihne’nin tarihi arka planına dair kapsamlı bir çerçeve çizmiş, Mihne uygulamalarını ayrıntılarıyla tasvir etmiş, Mihne’den sonra Ahmed b. Hanbel’in ve Ehl-i hadisin durumuna dair tespitlerde bulunmaya çalışmıştır. Buna göre Mihne dışarıdan göründüğü gibi teolojik yönü baskın olan bir mesele değil, esasında siyasi bir meseledir. Halku’l-Kur’ân meselesinin ilk defa ne zaman ortaya çıktığı, bu meselenin Yahudi, Hristiyan veya Grek felsefesi gibi dış kaynaklı olup olmadığı ile ilgili iddialar yazar tarafından tartışılmıştır. Buna göre mesele daha çok dış kaynaklı görünmektedir fakat bu dış kaynak meselesi de halku’l-Kur’ân fikrine muhalif olanlar tarafından ileri sürülmüştür (s. 45).
Halku’l-Kur’ân meselesi esasında Me’mûn (v. 218/833) dönemine kadar ferdî olarak devam etmiş ve henüz kitlelerce tartışma konusu yapılmamıştır. Fakat Me’mun dönemine gelindiğinde konu adeta bir yönetim politika aracı olarak kullanılmıştır. Me’mun’un Mihne uygulamalarını başlatma nedenine dair pek çok iddia ileri sürülmüştür. Bunlar arasında onun Mutezile ile olan yakın ilişkisi ve Şia’ya duyduğu sempati vardır. Yazar iddiaları klasik, modern ve batılı kaynaklardan nakiller yaparak tartışır ve bunlara katılmadığını ifade eder. Yazara göre Me’mun tamamen politik davranmıştır ve kendi otoritesini güçlendirmek amacıyla Mihne’yi başlatmıştır. Bu minvalde Me’mun “imam” unvanını kullanan ilk kişi olmuş, ayrıca halifeler için “Halîfetü Resûlillâh” ve “Zillullâh ‘ale’l-arz” gibi tabirler de kullanılmıştır. Buradan hareketle halku’l-Kur’ân tartışmalarının ve devamındaki Mihne olayının, halifelerin dini-siyasi tek bir lider olarak kabul edilip edilmemesiyle ilgili tartışmaların bir yansıması olduğu ifade edilebilir (s. 55).
Ehl-i hadisin halk arasındaki etkinliği ve yönetimle olan muhalif tavrı Me’mun’u endişelendirmiş ve onun Mutezile’yi desteklemesine yol açmıştır. Yazar burada Arap-Mevâli konusuna dikkat çekmiş ve halku’l-Kur’ân meselesinin, Arapça’yı ve Arapları kutsallaştıran Arap ırkçılığına karşı bir anti-tez oluşturduğunu ifade etmiştir (s. 58). Yönetimin Mutezile’yi desteklemesi ve buna bağlı olarak gelişen bazı ayrıcalıklar Ehl-i hadisin gücünün kırılmasına neden olmuştur. Yazar bu kısımda konuları tartışırken muhalif görüşleri bir arada zikrederek konuyu daha anlaşılır ve tartışılır bir hale getirmiştir (s. 59).
Mihne uygulamalarına gelindiğinde yazar özellikle Me’mun’un mektuplarına dair geniş malumat vermiştir (ss. 60-67). Yazara göre Me’mun’un, Bizans seferi gibi önemli bir dönemde iken Mihne’yi başlatması dikkat çekmektedir. Çünkü bu, Me’mun’un devletin güvenliği ile ilgili bir endişe duyduğunu ve önlem almak istediğini göstermektedir. Me’mun’un ikinci mektubunda sorguya çağırılanlar arasında Ahmed b. Hanbel’in olmayışının sebebi yazara göre, Me’mun’un onu bilinçli bir şekilde sona bırakma isteğinden kaynaklanmıştır. Eğer Me’mun, Ahmed b. Hanbel’i ilk sorguya çekilenler arasında çağırmış olsaydı belki de işin başında dirençli bir tavırla karşılaşacak ve sürecin başarısı sekteye uğrayacaktı. Muhammed b. Nûh’un vefatıyla halku’l-Kur’ân’a karşı tavrında tek kalan Ahmed b. Hanbel büyük sıkıntılar çekmiştir. Mutasım’ın (v. 227/842) ona karşı “Eğer sen benden önceki halifenin takibatına uğramamış biri olsaydın ben sana ilişmezdim” demesi aslında Me’mun’un vasiyetini yerine getirdiğini göstermektedir (s. 69). Mütevekkil’e (v. 247/861) kadar Mihne politikası ara sıra askıya alınsa da devamlılık göstermiş, onun zamanında ise bu politika kaldırılmıştır. Mihne’nin kaldırılmasının en önemli sebeplerinden birisinin de yönetim anlayışını ashâbü’l-hadise yaklaştırmak ve bu sayede Şia karşıtlığı konusunda daha rahat bir zemin elde etmek olduğu ifade edilmiştir (s. 72).
Mihne’den sonraki gelişmelere bakıldığında Mutezile’nin çöküş sürecine girdiği, genelde Ehl-i hadis özelde ise Ahmed b. Hanbel’in şöhret kazandığı ve insanların artık Mihne’ye karşı tavırlarına ve Ahmed b. Hanbel ile ilgili düşüncelerine göre değerlendirildiği görülmektedir. Ahmed b. Hanbel ise artık bir danışma mercii konumundadır ve her ne kadar siyasetten uzak durmaya çalışsa da bunda başarılı olamamış, Mütevekkil siyaset ve bürokrasiyle ilgili konularda onun görüşüne başvurmuş ve fikrini almıştır. Ahmed b. Hanbel’in karizması ve şöhreti öyle boyutlara ulaşmış ki artık gerçek değil menkıbevi bir imaj ortaya çıkmıştır. Onun hakkında mübalağalı övgü dolu sözler söylenmiş, sahabe hatta Peygamberlere benzetilmiş ve kıyaslanmıştır. İfrata varan bu tür anlatımlar onun cenaze töreninde dahi gerçekleşmiştir. Cenazesindeki kalabalığa siyasi anlam yüklenmiş ve orada bulunanlar sünnet taraftarları ve bidat karşıtları olarak nitelenmiştir (s. 79).
Mihne sonrasında Ehl-i hadis arasında da ihtilaflar meydana gelmiştir. Hadisçiler kendi aralarında ayrıma düşmüş ve halku’l-Kur’ân meselesindeki tavrına göre râviler cerh veya ta‘dil edilmişlerdir. Ahmed b. Hanbel’in bu meseledeki tavırlarından dolayı bizzat terk ettiği üç isim onun en yakın dostları olan Alî b. el-Medînî (v. 234/848-9), Yahyâ b. Ma’în (v. 233/848) ve Hüseyin b. Alî el-Kerâbisî’dir (v. 248/862). Ahmed b. Hanbel’in vefatından sonra da bu tartışmalar devam etmiştir. Hatta artık Mihne konuları da artmış ve bu mesele ilmîlikten çıkıp politik bir baskı unsuru ve polemik malzemesi haline gelmiş, kendi içlerinde tekfire varan boyutlara ulaşmıştır. Bunun en ilginç örneklerinden biri de Buhârî’ye (v. 256/870) yapılan linçtir (ss. 83-84). Sonuç olarak Mihne uygulamalarının siyasi olduğu çoğunluk tarafından kabul edilmiştir. Yazar halku’l-Kur’ân meselesinin ve Mihne politikalarının teorik değil daha çok sosyo-politik bir çatışma, teorik tartışmaların ise sadece bir kamuflaj mesabesinde olduğunu; bu uygulamaların hem siyasi tarihte hem de düşünce tarihinde bir dönüm noktası oluşturduğunu ifade etmiştir.
Halku’l-Kur’ân fikrinin yol açtığı ezelî kelâm fikri içtihat, kelâm ve felsefenin gelişmesine engel teşkil etmiştir. Mihne sonucunda dini otoritenin tek kaynağı haline gelen ulema, halifelerin de meşruiyet kaynağı olmuştur. Dini otoriteyi ise sadece hadis ilmi ve hadis bilen kişiler temsil etmiştir. Bu durum bilgi ve düşüncenin durağanlaşmasına, sadece Kur’ân ve Sünnet’in lafızlarına hasredilmesine sebep olmuştur. İşte bu noktada Ahmed b. Hanbel’in fakihliği ile ilgili tartışmalar gün yüzüne çıkmıştır. Yazar onun muhaddis kimliğine dair otoritesini kabul ederken fakihliği konusunda aynı şeyin söylenemeyeceğini belirtir. Nitekim İbn Kuteybe (v. 276/889), Taberî (v. 310/923), Tahâvî (v. 321/933), Debûsî (v. 430/1039), İbn Abdilber (v. 463/1071) gibi ilk dönem âlimleri Ahmed b. Hanbel’i fakihler arasında saymamışlardır.
Yazar birinci bölüme itikadi bir mezhep olarak Hanbeliliğin oluşumundaki arka plana dair şablon çizerek başlamaktadır. Çağdaş araştırmalara göre Hanbeli mezhebinin oluşumunda fıkıh, sosyal arka plan ve politik yapı, sosyal aktivizm ve ahlâki yapı, kelâmi tartışmalar şeklinde dört faktörün etkili olduğu ifade edilmiştir. Yazar burada Schacht (1902-1969), Spectorsky, Hallaq, Lapidus, Laoust (1905-1983), Melchert, George Makdisi’nin (1920-2002) görüşlerine yer vermiştir (ss. 101-106). Bu faktörlerin ve gerekçelendirmelerin hepsine genel olarak bakıldığında her birinin Mihne olayı ile ilişkili olduğu görülmektedir. Mezhebin karakteristik yapısı ile ilgili olarak siyasi-itikadi, reaksiyoner ve kolektif mezhep tanımlamaları yapılmıştır (ss. 106-107).
Hiç şüphesiz Ahmed b. Hanbel’den sonra mezhebî kaynakların tedvini öğrencileri vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Burada en büyük pay ise ailesine ve yakın öğrencilerine aittir. Ailesi içerisinde oğulları Salih (v. 266/880) ve Abdullah (v. 290/903), amcaoğlu Hanbel b. İshak (v. 273/886) büyük katkı sunmuşlardır. Yakın öğrencilerinden mezhebî kaynakların tedvinine katkı sağlayanlar arasında ise Muhannâ b. Yahya eş-Şâmî (v. 248/862-3), İshâk b. Mansûr el-Kevsec (v. 251/865), Ebû Bekir el-Esrem (v. 261/874-5), Abdülmelik b. Abdulhamid el-Meymûnî (v. 274/887), İshâk b. İbrahim b. Hânî (v. 275/889), Ebû Dâvûd es-Sicistânî (v. 275/889) ve Harb b. İsmail el-Kirmânî (v. 280/893) bulunmaktadır.
Ahmed b. Hanbel’in ilk öğrencilerinin ortak özelliklerine bakıldığı zaman coğrafi arka plan veya hemşehriliğin çok da önemli olmadığı görülmektedir. Onlar hocalarını rol model olarak görmektedirler. Ahmed b. Hanbel’in görüşlerinin yanı sıra hayat tarzı, dindarlığı vb. özellikleri de öğrencileri için dikkate değer bulunmuştur. Bir bakıma o, görüşlerinden ziyade hayat tarzı, duruşu ve cesareti ile karizmatik bir lider görünümündedir. Ahmed b. Hanbel’in öğrencileri arasında siyasete karşı müspet ve menfi iki tutum bulunmaktadır. Ailesindeki öğrencileri siyasetten çok uzak kalamamışlardır. Fakat diğer yakın öğrencileri Ahmed b. Hanbel gibi siyasetten uzak bir tavır sergilemişlerdir. İşte bu yakın talebelerinin en önemlilerinden ilki Ebû Bekir el-Merrûzî’dir (v. 275/888).
El-Merrûzî, Hanbeliliğin tarihinde kilit noktayı oluşturmaktadır. Çünkü mezhebin literatürünü oluşturan Ebû Bekir el-Hallâl (v. 311/923-4) ve mezhebin mücadeleci boyutunu temsil eden Berbehârî (v. 329/941) onun öğrencileridir. Hanbelileri üç gruba ayırmak mümkündür. Birincisi zühd ekolü, ikincisi Hallâl ve öğrencilerinin temsil ettiği ilmî ekol, üçüncüsü ise Berbehârî ve taraftarlarının temsil ettiği cihatçı ekoldür.
Mezhebî kaynakların sistematik hale gelişi Ebû Bekir el-Hallâl sayesinde gerçekleşmiştir. O, Ahmed b. Hanbel’e ait rivayetlerin neredeyse tamamını toplamıştır. Ardından camilerde ders vermiş, Hanbeliliğin temellerini atmış ve mezhebin yayılmasını sağlamıştır. Ayrıca topladığı rivayetleri tasnif ederek birçok eser ortaya koymuştur. Onun çabaları ile mezhep günümüze kadar varlığını koruyarak ulaşmıştır. Çabalarından ötürü ona İbn Hanbel es-Sağîr denilmiştir. Melchert, Hallaq gibi araştırmacılar onu Ahmed b. Hanbel’den sonra mezhebin asıl kurucusu saymıştır. Melchert Hallâl’ın Hanbeli mezhebine akılcı bir hüviyet kazandırdığını iddia etmektedir fakat yazar bunun mümkün olmadığını belirtmektedir. Her ne kadar Hallâl mezhebin sistemleşmesi için çabalamışsa da buna rağmen onun sistematik ve ahenkli bir mezhep bıraktığı söylenemez. Her şeye rağmen onun çabaları ve eserleri Hanbeli mezhebini itikadi ve fıkhi anlamda güçlendirmiştir. Fakat bu dönemde Hanbelilik daha çok itikadi boyutuyla ve Hanbeli aktivizmiyle, kısacası cihatçı ekolü temsil eden Berbehârî ile ön plana çıkmıştır.
Berbehârî döneminde halifeler halktan uzaklaşmış ve iktidar mücadeleleriyle uğraşmıştır. Bu da toplumda huzursuzluğa yol açmıştır. İşte böyle bir ortamda Hanbeliler kendilerine emr-i bi’l-ma‘ruf ve nehy-i ‘ani’l-münker vazifesini şiar edinmişlerdir. Böyle bir vazifeyi üstlenen Berbehârî bazen halife ile karşı karşıya gelmiştir. Çünkü o, halkın desteğini alarak toplumsal hayata müdahale etmeye çalışmıştır. Yazar burada Hanbelilerle Taberî arasındaki mücadeleye geniş yer ayırmıştır. Buna göre Hanbelîler Taberî’ye üç nedenden dolayı düşman olmuşlardır. Birincisi Taberî’nin, İhtilâfü’l-Fukahâ eserinde Ahmed b. Hanbel’i fakihler arasında zikretmemesidir. İkincisi Taberî’nin aşırı Şiilik, Rafızîlik ve ilhâdla itham edilmesidir. Üçüncüsü ise onun bazı ayet ve hadisler hakkında kelimenin lafzî anlamından uzaklaşan farklı yorumlar yapmasıdır (ss. 159-162).
Berbehârî döneminde Taberî, Şiiler, Berâsâ Mescidi, bazı ayetlerin tefsiri ve tevili noktalarında Hanbeliler aşırı bir tutum sergileyerek devleti zor duruma sokacak girişimlerde bulunmuşlardır. Berbehârî ve taraftarları taşkınlıklarını sürekli artırmışlar, bazen saklanıp fırsat kollamışlardır. Tarihe Hanbeli veya Berbehârî fitnesi olarak geçen olayların sonucunda Bağdat’ta ciddi karışıklıklar meydana gelerek halkı rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır. Artık bu gidişata Halife Râzi (v. 329/940) engel olmak amacıyla önlemler almış ve Hanbelilere bazı kısıtlamalar içeren bir manifesto yayınlayarak herkese duyurmuştur. Ancak bu kısıtlamalar Berbehârî ve taraftarlarını daha da hırçınlaştırmış, Berbehârî’nin vefatına (v. 329/941) kadar bu durum devam etmiştir. Bu karışıklıklar neticesinde Hanbeliler fitneci olarak şöhret bulmuştur.
Ekolleşme öncesi döneme genel olarak bakıldığında Hallâl mezhebin entelektüel boyutunu oluşturmuş ve mezhebi koruma altına almıştır. Berbehârî ise mezhebi, kamu hayatına hâkim kılmış ve pratiğe dönüştürmüştür. Fakat bu pratik Hallâl ve taraftarlarını rahatsız etmiştir. Çünkü Hallâl’a göre pratik müdahale yerine nasihat yoluyla kötülükler ortadan kaldırılmalıdır. Ancak Berbehârî siyasi otoriteyle karşı karşıya gelmek pahasına da olsa kötülüklere bizzat müdahale etmeyi zorunlu görmüştür. Bu da toplumu olumsuz etkilemiş, bu tavır ve düşünce insanlara baskı unsuru haline gelmiştir.
İkinci bölümde yer alan ekolleşme sonrası döneme bakıldığında sosyo-politik bağlamda Şii güçlerin geniş bir coğrafyada siyasi idareyi ele geçirdikleri görülmektedir. Fâtımîler, Karmatiler, Büveyhiler’in yönetimi ele geçirmelerinden dolayı bu yüzyıla bazı araştırmacılar Şii Yüzyıl adını vermişlerdir. Büveyhiler Bağdat’ı ele geçirmişler, hilafete son vermemişlerdir. Fakat halifenin yönetimde hiçbir etkinliği kalmamıştır. Artık Şiiler kendilerini daha özgür hissetmişler ve inançlarını açık bir şekilde yaşamaya başlamışlardır. Bu da Bağdat’ta Şiiler’le Sünnilerin özellikle de Hanbelilerin çatışmaya girmesine zemin hazırlamıştır. Bu dönemde Şiiler üç uygulama ile gün yüzüne çıkmışlardır. Bunlar sebbü’s-sahabe, Aşure, Gadîr-i Hum uygulamalarıdır (ss. 183-185).
Hanbeliler bu dönemde Büveyhiler’e karşı dini-siyasi bir muhalefet görevi üstlenmişlerdir. Hanbelilik, Şiiler’e göre sayıca üstün ve daha aktif bir mezheptir. Onlar Şia başta olmak üzere kelamcılara, filozoflara da muhalefet etmişlerdir. Adeta politik-dini muhalefet partisi gibi davranmışlardır. Hanbeliler sürekli halkı yönetimdeki Büveyhiler’e ve Şiiler’e karşı kışkırtmışlardır. Şiiler’in yukarıda bahsi geçen uygulamalarına karşı Hanbeliler de Yevmü’l-Ğâr ve Mus‘ab b. Zübeyr’i anma töreni düzenlemişlerdir. Şiiler’in sebbü’s-sahabe uygulamasına karşılık Hanbeli kussâslar ve vaizler sahabenin faziletlerini anlatmak için adeta seferber olmuşlardır. Aynı şekilde Şia’nın Muaviye karşıtlığı Hanbeliler arasında Muaviye kültünü oluşturmuştur. Kraemer, Hanbelilerin Muaviye taraftarlığını, Ali karşıtlığının bir maskesi olarak yorumlamıştır. Büveyhi yönetiminin Şiiler’i desteklemesinden dolayı Büveyhi idaresinde Bağdat’ın tarihi adeta bir Sünni-Şii çatışma tarihine dönüşmüştür.
Büveyhiler döneminde halifenin esamesi okunmazken Kâdir Billâh’la (v. 422/1031) birlikte durum değişmiştir. Hanbeli-Abbasi hilafetinin işbirliğinin sembolü olan Kâdirî İtikâd Beyannamesi (el-İ‘tikâdu’l-Kâdiriyye) bu dönemde ortaya çıkmıştır. Kâdir Billâh Büveyhiler’e ve Şia’ya karşı Sünni-Hanbelileri açıkça destekleyen uygulamalarda bulunmuştur. Adudüddevle’nin (v. 372/983) ölmesiyle Büveyhiler’de ortaya çıkan taht kavgaları halifenin işini daha da kolaylaştırmıştır. Halifenin Büveyhiler’e ve Şiiler’e karşı sergilediği tavır ve uygulamalar artık onların eskisi gibi rahat hareket edemeyeceklerine ve serbest davranamayacaklarına bir işarettir. Ayrıca Fâtımîler’le de mücadele eden halife farklı yöntemlerle onlara itibar suikastı addedilebilecek uygulamaları gündeme getirmiştir. Halifenin bu tavrı sadece Şiiler’le sınırlı kalmamış, Mutezile ve Eş‘arîler’e karşı da adımlar atılmıştır. Şiiler’le Sünniler arasında meydana gelen büyük çaplı çatışmaların, bazı kaynakların da büyük fitne olarak adlandırdığı olayların akabinde halife, yaptırımlarını daha da sertleştirmiş ve bu dönem bazı araştırmacılar tarafından Sünniliğin yeniden canlanışı/Sünni restorasyon şeklinde tanımlanmıştır.
Hanbeliler bu dönemde kendilerini Abbasi hilafetinin temel dayanağı olarak görmüşlerdir. Bir bakıma Me’mûn döneminde Mihne olaylarında Ahmed b. Hanbel ve taraftarlarına kısacası Hanbelilere yapılanlar Kâdir Billâh döneminde tersine dönmüştür. Me’mun’un Mihne’yle ilgili mektupları Kâdir Billâh’ın İ‘tikâdü’l-Kâdiriyye’siyle kıyaslanmıştır. Buna göre Kâdirî İtikâdı Mihne’nin rövanşı niteliğindedir. Makdisi’ye göre Hanbeliler iki asır önce Me’mun zamanında kendilerine yapılanların aynısını Kâdir Billâh döneminde başka mezheplere yapmışlardır.
Kâdir Billâh Hanbeliler dışındaki mezheplere mensup olanlara karşı yürürlüğe koyduğu uygulamaları yaygınlaştırmıştır. Mutezile mensupları bürokrasiden uzaklaştırılmış ve itizalî fikirlerden tövbe etmek bürokraside görev almanın temel şartı haline getirilmiştir. Uygun ortamı oluşturduktan sonra halife, Sünniliği Hanbeli düşünce sistemiyle özdeşleştirerek Hanbeli mezhebini devletin resmi mezhebi haline getirmiştir. Daha sonra Kâdirî Akîdesi adını alan Kâdiriyye manifestosu devletin resmi inancı olarak belirlenmiştir. Kısacası iktidar Hanbelileşmiş, bunu devletin her kademesine ve tabana yaymak için yoğun bir çaba gösterilmiştir.
Hanbeli ve Eş‘arî ilişkilerine bakıldığında bunların arasındaki ilk karşılaşmaların Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin (v. 324/935-6) Mutezile saflarından ayrıldığı dönemde olduğu görülmektedir. Selçuklular döneminde ise Bağdat, Hanbeli-Eş‘arî çatışmasının merkezi haline gelmiştir. Eş‘arî’nin, Ahmed b. Hanbel’e tamamen tabi olduğunun söylenmesi zor gözükmektedir. O bu tavrıyla o dönemde güçlü konumda olan Hanbeliler’in saldırılarından korunmayı amaçlamıştır. Fakat Eş‘arî her ne kadar Hanbeliliğe yakınlaşsa da gereken konumu kazanamamıştır. Hanbeliler onu samimi bulmamışlardır. Zamanla Eş‘arî’nin Büveyhi yönetimine yakınlaşması ve onlarla yakın ilişki kurması Hanbeliler’i iyice kızdırmış ve Kâdirî itikad bildirgesinde yer alan bidatçı mezheplerin arasına Eş‘arîlik de dâhil edilmiştir. Yazar bu çatışmanın önemli sebeplerinden birini, Hanbelilik ve Eş‘arîliğin aynı tabana sahip olmasıyla açıklar. Buna göre her iki mezhep de Ehl-i hadis tabanlıdır ve Hanbelilik’ten sonra ortaya çıkan Eş‘arîliğin en önemli hedef kitlesi Hanbeliler’dir. Bundan dolayı Hanbelilik kendi tabanını kaybetmemek ve korumak için Eş‘arîliğe karşı çıkmış ve onunla mücadele etmiştir (s. 242).
Yazar son başlıkta 334/945 ve 447/1055 tarihleri arasındaki zaman diliminde yaşamış önemli Hanbeli simalara yer vermiştir. Onların hayatına, görüşlerine, eserlerine ve mezhebe katkılarına dair bilgiler sunmuştur. Yazarın yer verdiği Hanbeli âlimler sırasıyla Ebû Bekir en-Neccâd (v. 348/960), Taberânî (v. 360/971), Abdülaziz b. Cafer Ğulâm Hallâl (v. 363/974), İbn Batta (v. 387/997), İbn Mende (v. 395/1005), İbn Hâmid (v. 403/1012), Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ (v. 458/1066), İbnü’l-Bakkâl’dır (v. 440/1048). Yazar kitabını sonuç bölümüyle sonlandırmıştır. Sonuç kısmı kitabın bir özeti mahiyetinde görünmektedir.
Görüldüğü gibi yazar, çalışmasında son derece mühim bir konuyu ele almıştır. Bir mezhep nasıl teşekkül eder sorusunun cevabı net bir şekilde çalışmada görülebilmektedir. Fakat bu çalışmada söz konusu edilen Hanbeli mezhebinin diğerlerinden bir farkı vardır. O da bu mezhebin daha çok siyasi-itikadi bir temele dayandırılarak oluşmasıdır. Yazar konuyu akıcı bir üslupla ve anlaşılır şekilde işlemiştir. Özellikle modern çalışmalardan yaptığı iktibaslar, görüşlerin birbirleriyle adeta arena ortamında karşı karşıya gelmesi gibi bir hava oluşturmuştur. Birtakım imla hataları bulunmakla birlikte bu doğaldır ve çalışmanın kalitesine gölge düşürmemektedir.