İDE AKADEMİ | DÖNEM ÖDEVİ 2021-2022
Giriş
İnsanlık tarihi bilmediğimiz başlangıcından bildiğimizi düşündüğümüz günümüze dek farklı periyotlardan farklı değerleri biriktirerek gelmiştir. Bu gelişim sürecinde birçok unsur iç içe büyümüş, kimi zaman birbirini besleyen kimi zaman da sınırlayan paradigmalar şekillenmiş ve yer yer de net çizgiler oluşmuştur. Tüm bu süreçlerde olguların, kavram ve kuralların belirginleşmesi adına birçok düşünür ilgili olduğu alan üzerinde ince işçilikler sürdürmüş; düşünce deneyimi ve uğraşı neticesinde ulaşılan verileri bilim ve kültüre teslim ederek yolculuklarına devam etmişlerdir.
Faaliyette lezzet olduğu (Nursi,2009) ilkesi sonucu felsefe adına yürütülen çalışmalar da kendi kendine lokomotif olarak zamansallık ve sorunsallık açısından birçok zaman genişlemiş ve yeni yeni düşünce ufukları şekillendirmiştir.
Bu çalışmada; sözü edilen genişlemenin ve şekillenmenin en azından önemli bir kısmına temel teşkil eden ve ele aldığı konuları bakımından sürekli tazeliğini koruyan varlık felsefesi (varoluşçuluk) ve bu alanın 20. Yüzyıldaki önemli temsilcilerinden Alman düşünür Martin Heidegger üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda öncelikle Heidegger’in hayatı, yetişme ortamı, etkileşim içinde bulunduğu zamansal ve mekânsal durum ele alınacak; ardından varlık felsefesinin temel soru ve sorunları farklı varoluşçu düşünürlerin bakış açılarına da değinilerek işlenecek devamında ise Heidegger’in varoluşçuluğu ele alışı ve kendisiyle özdeşleşen “dasein” kavramı ve “mekan”a ilişkin düşünceleri irdelenecektir
- Martin Heidegger’in Hayatı
Martin Heidegger (1889-1976), Katolik bir ailedendir. Uzun bir süre Cizvitlerin manastırında kalmış, oradan çıktıktan sonra Freiburg’da felsefe öğrenimi görmüştür. Rickert’in yanında doktorasını yapmış, Marburg’da profesör olmuştur. 1928’de Husserl’in yerine Freiburg Üniversitesi’ne geçmiş, 1945’de politik nedenlerle yerinden uzaklaştırılmış ama o zamandan ölümüne değin emeritus (emekli) olarak büyük dinleyici kalabalığı karşısında dersler vermiştir (Ergül,2002). 26 Mayıs 1976 tarihinde Messkirch kasabasında hayata veda etmiştir.
1927 yılında “Varlık ve Zaman” yayımlandıktan birkaç yıl sonra Heidegger’in düşüncelerinde dönüş (kehre) adı verilen bir değişme görüldü. Heidegger, 1933 yılında siyasal olayların rüzgârına kapılarak Nazi Partisi’ne girdi ve aynı yılın Nisan ayında Freiburg Üniversitesi’ne rektör oldu. Heidegger’in bu düşünsel dönüşümü ışığında Nazi Partisi’ne girişi daha sonra büyük tartışmalara yol açacak, yanlış yaptığını itiraf etmesine ve benimsemiş olduğu faşist eğilimi terk ettiğini açıklamasına rağmen ölene kadar bunun etkisini hissedecektir. Heidegger, 10 ay süren rektörlük görevinden Nazi aleyhtarı iki dekanın görevden alınmasını ve üniversitedeki Yahudi aleyhtarı kampanyayı protesto ederek istifa etti. Bunun ardından ders vermesi ve kitaplarının okunması bir süre yasaklandı. 1936 yılından itibaren Nietzsche üzerine dersler vermeye başladı. 1945′te de bu sefer, daha önce Nazilere yakınlık gösterdiği için Fransız işgal kuvvetlerince üniversiteden uzaklaştırıldı. 1950 yılında görevine geri dönebildi (Biyografi Bankası, 2014).
Varoluşçuluk, Postyapısalcılık, Postmodernizm, Frankfurt Okulu ve Yapıbozumculuk üzerinde çok kalıcı etkiler bırakmış olan ünlü alman düşünürüdür. Birçok bakımdan çok etkili bir düşünür olan Heidegger'in temel eserleri şunlardır: Über den humanismus (İnsanlık Üzerine), Einführung in die Metaphysik (Metafiziğe Giriş), Was ist das, die Philosophie? (Felsefe Nedir?), Identitat und Differenz (Özdeşlik ve Farklılık), Zeit und Sein (Varlık ve Zaman) (Cevizcioğlu,1999).
Görüldüğü gibi Heidegger’in bakış açısı ve hayat akışı tekdüzelikten uzak, çok yönlü, karmaşık ve zengindir. Bu karmaşıklık sonucu biyografik kriterlere uygun açıklama ve genellemeler onun hayatını açıklamaktan çok sınırlandıracaktır. Bu bakımdan yukarıda farklı kaynaklardan alıntıladığım verileri bu haliyle yani Heidegger’in yaşamı gibi bir derece karmaşık ve çok yönlü vermeyi uygun buluyorum. Bununla beraber Soydan’ın (2007) yaptığı kronolojik sınıflandırmayı da yine çok yönlülüğe sadık kalmak adına sunuyorum.
Heidegger, 1889’da Bodensee’nin kuzeyindeki Messkirch kasabasında doğ-du. Freiburg’ta önce Katolik teoloji, sonra elsee ve doğa bilimleri öğrenimi gördü. Orada, HeinrichRickert’ın yanında elsee doktorası yaptı, daha sonra Husserl’in yanında çalıştı. 1923’de Marburg’agitti ve Marburg Üniversitesi’nde Protestan teolog Rudol Bultmann’la çalıştı. 1927’de yayımlanan Varlık ve Zaman adlı kitabıyla zamanının etkin ilozoarı arasında sansasyonel bir biçimde ön planaçıktı. Freiburg Üniversitesi’nden emekli olan hocası Husserl’den boşalan kürsüye hocasının haleiolarak görev alması için Freiburg’a çağrıldı. 1933’de Nasyonel Sosyalistlerin iktidarı ele geçirmele-rinden sonra, sürpriz etki yaratacak şekilde Freiburg Üniversitesi rektörü oldu ve kısa bir süre Hitler’idestekledi. Sonra aniden Nasyonel Sosyalistlere karşı muhaleete geçti ve inzivaya çekildi. II. DünyaSavaşı’ndan sonra yeniliği açıkça ark edilen bir elsei tarzla bir kez daha ön plana çıktı. Yenidengeniş, yaygın bir etki bıraktı ve 1976 yılında 87 yaşında hayatını kaybetti.
Heidegger, 1889’da Bodensee’nin kuzeyindeki Messkirch kasabasında doğ-du. Freiburg’ta önce Katolik teoloji, sonra felsefe ve doğa bilimleri öğrenimi gördü. Orada, HeinrichRickert’ın yanında felsefe doktorası yaptı, daha sonra Husserl’in yanında çalıştı. 1923’de Marburg’agitti ve Marburg Üniversitesi’nde Protestan teolog Rudolf Bultmann’la çalıştı. 1927’de yayımlanan Varlık ve Zaman adlı kitabıyla zamanının etkin filozofları arasında sansasyonel bir biçimde ön planaçıktı. Freiburg Üniversitesi’nden emekli olan hocası Husserl’den boşalan kürsüye hocasının haleiolarak görev alması için Freiburg’a çağrıldı. 1933’de Nasyonel Sosyalistlerin iktidarı ele geçirmele-rinden sonra, sürpriz etki yaratacak şekilde Freiburg Üniversitesi rektörü oldu ve kısa bir süre Hitler’idestekledi. Sonra aniden Nasyonel Sosyalistlere karşı muhalefete geçti ve inzivaya çekildi. II. DünyaSavaşı’ndan sonra yeniliği açıkça fark edilen bir felsefi tarzla bir kez daha ön plana çıktı. Yenidengeniş, yaygın bir etki bıraktı ve 1976 yılında 87 yaşında hayatını kaybetti.
Martin Heidegger’in Yaşam Kronolojisi
- 26 eylül 1889’da Baden’da Messkirch’te doğar.
- 1909-1916 arasında Freiburg’da felsefe ve teoloji, bu arada ayrıca doğa bilimleri okur.
- 1913’te Psikolojizmde Yargı Öğretisi ile doktorasını alır, 1916’da Heinrich Rickert’in yanında Duns Scotus’ta Kategoriler ve Anlam Öğretisi ile doçent olur.
- 1916-1923 arasında Freiburg/Breisgau’da kadrosuz doçent olarak çalışır.
- 1923-1928 arasında Marburg Üniversitesi’nde kadrosuz felsefe profesörü olarak ders verir.
- 1927’de en önemli yapıtı Varlık ve Zaman yayımlanır (tasarlanan ikinci bölüm tamamlanamayacaktır) ve onu Karl Jaspers ile birlikte Alman Varoluş felsefesinin başlıca temsilcisi haline getirir.
- 1928’de Freiburg’da felsefe profesörü olarak Husserl’den boşalan yere geçer.
- 1933’te Freiburg Üniversitesi’ne rektör seçilir.
- 1934’te rektörlük görevini bırakır.
- Nasyonal sosyalist harekette yer almasından ötürü (1933-1945 arasında NSDAP üyeliği) Fransız işgal güçleri tarafından 1945’ten 1951’e kadar ders vermesi yasaklanır.
- 1952’de emekli olur.
- 26 Mayıs 1976’da Freiburg’da ölür.
Kronolojik sınıflandırmada ifade edilen deneyimlerinin her birinde Heidegger’in varoluşçuluğuna giden yollar bulmak olanaklıdır. Bunu Heidegger’in yaşamını temel konu edinen daha detaylı çalışmalara bırakarak sorunumuz bağlamında varoluşçuluğu irdelemek yerinde olacaktır.
2.Varoluşçuluk
Varoluşçuluğa ilişkin tek bir tanım ya da tek bir konu alanı ifade edebilmek varoluşçuluğun doğasına ve yelpazesine ilişkin yetersiz yorumlara neden olabilir. Bir yandan “hayata umutla bakma”yı yeğleyen, bir yandan da “karamsarlık” kavramından hareket eden; bir yönüyle dini, insanı açıklamak için başat unsur gören bir yandan da dini bütünüyle reddeden birçok felsefeci “varoluşçuluk” çatısında düşünülmüştür. Bu bakımdan varoluşçuluğa ilişkin varoluşçular kadar tanımdan söz edebilmek mümkündür.
“Varoluşçuluk nedir?” sorusuna Sartre (1997), “Varoluşçuluğu okurlara tanımlamak mı? Çok kolay bir iştir bu! Felsefe terimleriyle söylersek, her nesnenin bir özü bir de varlığı vardır. Öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. Varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin (actif) olarak bulunuş demektir…” cevabını verir ve devamında özün varoluştan önce geldiğini vurgular. Bir başka yönüyle varlıkların düşünce üzerine inşa edildiğini yani önce düşüncenin ardından eylemin/varoluşun şekillendiğini ifade eder.
Aynı soruya Ritter (1954), farklı bir yönüyle cevap verir. Ona göre varoluşçuluk “köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, toplumda yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren bir felsefedir.” Ritter, aynı zamanda varoluşçuluğun ortaya çıkışını durumsallık bağlamında ele alır bu görüşüne de varoluşçuluğun zamansal kökenlerindeki kültürel kopukluk, insanlardan yalnızlaşma ve güvensizlik gibi olumsuzlukların yaşandığı dönemlere dikkat çeker.
Heinemann (akt. Bezirci,1997) ise varoluşçuluğa ilişkin sözünü ettiğim çok yönlülük ve farklı bakış açılarından da hareketle “…varoluşçuluk tanımlanamaz mı?” sorusuna “Hayır! Varoluşçuluğun gerçek tanımı yapılamaz. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, tek ve değişikliğe uğramayan tek bir felsefe yoktur. Bu sözcük aralarında derin ayrımlar bulunan çeşitli felsefeleri gösterir.” şeklinde cevap verir.
Jean Wahl (akt. Bezirci,1997) ise tüm bu tanımların kesişmezliği noktasından hareketle bir somutlama çabasına gider ve varoluşçuluğun “belli bir iklimi ve ortak bir havayı” belirttiğini ifade eder. Şimdilik varoluşçuluğun sorunsal sınırlarını ve kapsamını daraltmamak adına Wahl’ın bu “ortak hava” ifadesinden hareket etmek yerinde olacaktır. Buna ilişkin olarak çalışmamın sıradaki aşamasında varoluşçuları harekete geçiren, teşvik eden, yönlendiren başat unsurlardan söz edeceğim.
- Varoluşçuluğu Besleyen ve Varoluşçuluktan Beslenen Temel Soru ve Sorunlar
İnsanlık tarihinin tahmin edilen ilk dönemlerinden bu yana temel gereksinimlerin (yeme,içme vb.) ve ardından zaruri olmayan ihtiyaçların (teknoloji, eğlence vb.) giderilmesine ilişkin ilkel ve modern çabalar sarf edilmiş, bunlar adına çeşitli yöntemler denenmiştir. Öte yandan tüm bunların yapılmasında da etkin ve çok zaman da bunların ötesinde bir bakışla felsefe ilerlemiştir. Felsefe, enerjisini sorulardan ve sorgulamaktan alır ve sonsuz bir evrende işleyerek sürekli olduğu yerin ötesinde bir şeyler arar ve görünenin arkasındakini merak eder.
Varoluşçuluk da insana insanı sormak ve çevreyi de insana dayandırarak sorgulamak gayesindedir. Varoluşçu olarak tanınan birçok filozofun yanı sıra diğer alanlara ve farklı felsefi akımlara ilişkin sorgulayan birçok düşünür, bilim ve din adamı da bir yönüyle ve alanlar arasılıktan dolayı varoluşçuluk sorularıyla ve sorunlarıyla ilgilenmiştir. Örneğin; insanın her bir ferdinin burnunun, gözünün, kulak ve dudağının aynı yerde olmasının bir “Bir” liğe olan işareti ve her bir fertte tüm bu ortaklığa rağmen özel bir yüz şekliyle “Ben” olabilmesinin hepsine hakim ve her birini farklı kılabilecek bir tasarrufla ilahi kudrete dayandıran bir din adamı varoluşçulukta da gezinmektedir.
Bediüzzaman (2009), eserlerinin birçok yerinde insanın nereden geldiği, nereye gittiği, dünyadaki görevlerinin ne olduğu üzerinde durur. Aslanın pençelerinin parçalamak için olduğunu görür görmez biliriz, kavunun kokusu da (hiç kavun yememiş bir insan için bile) yenmek için yaratıldığına işarettir. Öyleyse geniş duygular, derin düşünceler, engin ruhuyla insan; ne için vardır? Tam bu noktada Bediüzzaman insana sorar ve insana ilişkin sorar. Aynı zamanda “Kendini oku!” vurgusuyla düşünmeye yönlendirir.
Herman Hesse (1989) “Demian” adlı eserinde: “Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır… Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz ama bir taslak olarak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.” İfadeleriyle yine insanın kendine ilişkin sorgulaması gerektiğine vurgu yapar. Aynı zamanda: “İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?” sözleriyle kendine dönük düşünmenin ayrı bir dünyayı incelemek kadar güç olduğuna değinir.
Jean Paul Sartre (1997), sözü edilen “kendine dönük düşünme”, “enfüsi tefekkür”ün önemine ilişkin Baudelaire’den bahsederken: “Keskin bir bakışın delip geçemediği tek bir apansız bilinç yoktur onda. Bizim gibi kişilere, bir evi ya da ağacı görmek yetiyor; onları incelemeye pek daldığımızdan kendimizi unutup gidiyoruz. Baudelaire kendini hiçbir zaman unutmayan adamdır. Görürken de bakar kendine o, baktığını görmek için bakar; kendi ağaç ve ev bilincidir onun gözlediği, nesneler ona ancak bu bilinç aracılığıyla, sanki onları bir cep dürbününden görüyormuş gibi daha solgun, daha küçük, daha az dokunaklı görünürler.” Sözlerini sarf eder.
Yine varoluşçulukla bağlamında yol alan Kemal Sayar (1997), yüzleşmeyi millet ekseninde ele alarak: “Bir millet kendi eksikleriyle yüzleşmekten hoşlanmayabilir ama farkına vardıkça eksikliklerini ve bu arada elbette kuvvetlerini tanıdıkça o boşluğu onaracaktır. Evet, yaşamak yorulmaktır ama bunun için güzeldir.” der. Aynı zamanda var olmanın ve var kalmanın cesaret istediğini de yüzleşme-kendine dönük düşünme yönleriyle vurgular.
Varoluş felsefesi tek başına “kaygı, korku, öz, varlık, doğa, evren, bağlılık, nesnel insan, dışlaşma, doğruluk vb.” gibi kavramlarının da çok yönlü irdelenmesiyle ele alınabilir ve bu doğrultuda genişleyebilir. Ancak çalışmamın sınırları açısından başta sözünü ettiğim Heideger ve ardından temel soru ve sorunlarıyla anlatmaya çalıştığım varoluş felsefesinin kesişiminden devam etmem gerekmektedir.
- Heidegger’e Yansıyan ve Heidegger’den Yansıyan Varoluşçuluk
Heidegger, felsefenin temel sorunu olarak gördüğü varlık felsefesine yönelir, ama varlığı varoluşta arayarak. Varlığın araştırılması gereken yer varoluştur. Varoluştan öz çıkarılmalıdır. İnsanın özü varoluşundadır. Öyleyse varoluştan yola çıkarak varlık sorunu yeniden düzenlenmelidir. Buna göre bu felsefe eski, öz (essentia) felsefesine karşıt olarak bir varoluş (existentia) felsefesidir. Bu felsefenin de büyük bir güçlüğü var: Varoluş bir taş ya da bir bitki gibi ele alınamaz, ayrıca tanımlanamaz da. Böyle bir şeye girişilir girişilmez eski öz felsefesine dönülmüş olur. Ama Heidegger varlık sorusunu yanıtlamadan önce bizi varlığın çevresinde var olanı görebileceğimiz yere götürmek ister. Kendi deyişiyle henüz bir varlık bilim yapmak istemez de ilerideki varlık bilimi olanaklı kılacak, ona temel olacak bir “temel varlık bilim” yazmak ister ( Ergül,2002)
Heidegger’e göre, Batı metafiziğin temelinde, onun ontoteolojik töz dediği şeyle belirlenen bir varlık anlayışı bulunmaktadır. Düşünüre göre, batı metafizik felsefi yaklaşımlarının başarısızlığı sonucu bilimsel aklın karşı koyuşu ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, bilimsel akıl da söz konusu temel metafiziksel inancı korumuştur: Mutlak ya da koşulsuz bir biçimde gerçek olan şeylerin nedensel temellerinden, zihinden bağımsız nesnelerin nedensel ilişkilerinden söz etmek anlamlıdır. Bu bilimsel ontolojinin ayrıcalıklı bir yere oturması, Heidegger'e göre batı kültürünün tek gerçek bilgi türü olarak bilime ve dolayısıyla bilimsel yönteme itibar etmesi sonucunu doğurmuştur. Öyleyse, bilimsel aklın egemenliğine karşı çıkabilmek için, öncelikle batı metafiziğinin temel kabullerini yıkmak gerekmektedir (Cevizcioğlu, 1999). Bir bakıma Ergül’ün vurguladığı “varlık bilimi yazma” eğilimini kendi döneminde var olanı yıkarak sonraki dönemlere bir temel oluşturma ve böylelikle varoluşçulukta sorulan soruları kendi açısından sağlam bir zemine oturtma çabasındadır.
Heidegger’e göre insan yersiz yurtsuz kalmıştır. İnsandaki yersiz yurtsuzluğun nedeni Varlıktan uzaklaşmış olmaktır. Apar topar basıma hazırlanmış, ikinci kısmı hiçbir zaman yazılamamış olsa da, ilk büyük ve en etkin çalışmalarından biri olan “Varlık ve Zaman” kitabında Heidegger Varlık sorusunu her şeyin özünde yatan ana soru olarak görmüş ve hayatı boyunca bilim, teknoloji, sanat gibi olgular hakkındaki düşüncelerini hep bu soru ışığında geliştirmiştir (Soydan,2007).
Heidegger’in “varlık”a ilişkin sözü edilen bu çabalarının ekseninde insanı varoluşuyla yüzleştirerek buna bir belirginlik kazandırmak ve ardından insanı -Soydan’ın ifade ettiği ‘yersiz yurtsuz kalan insanı’- evrende bir yere ve bir şekilde konumlandırma amacı vardır. Bunu görebilmek için Heidegger’in çok yönlü ve değişik bakış açılarına sahip hayat safhalarının detaylı incelenmesi önemli veriler sunacaktır. Bunun dışında felsefe serüveninde işlediği kavramlar ve varoluşçuluğa yüklediği tanım ve anlamları incelemek de konuyu aydınlatabilir. Gerek bu çalışmamın kapsamı ve gerekse ön gördüğüm süre Heidegger’in hayatını bu konuya ilişkin verilere ulaşacak kadar detaylandırmaya el verişli değildir. Ancak Heidegger’in “dasein” kavramıyla ilgili sıradaki bölüm ve ardından “mekan” kavramına bakışını somutlaştırmaya çalıştığım bölüm bir takım ipuçları sunacaktır.
- Anlamsal ve Kavramsal Açıdan “Dasein”
Wittgenstein, “Dil anlamdır, bir sözcüğün anlamı onun kullanımıdır.” der (akt. Kanatlı,2008). Kanatlı da (2008) bu ifadeyi çözümlerken sözcüklerin tek başlarına anlamları olmadığını ve sadece anlam potansiyellerinin bulunduğunu söyler. Öyleyse anlamlara ve manalara temas edebilmek için bir dilde bir şeyler anlatan sözcüklerin sözlükteki birinci anlamlarının yanı sıra sonraki anlamlarını, çağrışımlarını ve çok farklı bağlamlara uzanabilecek durumsallıkla ilgili uzantılarını bilmek en azından belli bir netlikte kestirebilmek gerekmektedir.
Varoluşçuluk’ta önemli yapı taşlarından biri olan Heidegger’in kavramsallaştırdığı “dasein” kavramını da masaya yatırabilmek için en uygun şartlar, ilgili dilin (Almanca) önemli bir kısmına hakim olmakla mümkün olabilir (Dilin aynı zamanda felsefi arka alan genişliği dilin kullanıcılarını bile zaman zaman zorlayabilir). Bu sınırlılıkla beraber kavrama ilişkin bilgi verecek alıntıları ve bunlara ilişkin edindiklerimi burada paylaşmam en azından tartışmayı sürdürmek adına önemlidir.
Dasein, günlük Almanca’da insan varlığı ve orada varlık anlamına gelmektedir. Ancak Heidegger’in sıradan kelimelere farklı ve özgün anlamlar yüklediği düşünüldüğünde ise Dasein, Varlık anlamını kendinde, kendisi olmayanda ve dünyada sorabilen varlık olarak kullanmıştır. Başka bir söylemle Dasein, varlığın analitik çözümlemesinin ve yapısının ortaya konulduğu ontolojik gerçekliktir (akt. Soydan,2007).
Dasein, Almanca varoluş anlamına gelen ve Martin Heidegger tarafından Varlık ve Zaman adlı eserinde kullanılan bir terimdir. Heidegger'in asıl ilgi alanı "Varlığın Anlamı"dır; fakat bunun aslında özellikle insan varlığı için "Bazı varlıkların varlığının kipi" olduğunu söyler. Varlığın anlamı "Varoluş'un analizi" yoluyla keşfedilmelidir savını işler... Varlığa bir yaklaşım sağlayabilmek, şeylerin değil varlığın kipinin incelenmesine bağlıdır ve bize en açık olan varlık kipi kendi varlığımızdır yani varoluşumuzdur (Özgür Ansiklopedi,2010).
Kendi varlığımızı “başka”da görebilmek adına o şeye bakarız ve orda kendimizin nasıl konumlandığına ilişkin ipuçlarına ulaşabiliriz. Sartre’nin Baudelaire için kullandığı “…baktığını görmek için bakar…” sözü ve farklı dinsel bir bağlamda belirtilen: “Kendini bilen Rabbini bilir.” İfadesi aynı zamanda “Keşf’ül Hafa” adlı eserde yer alan: “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.” Hadis-i Kudsisi merkeze insanı alır ve evrenin anahtarlarını insanın ruh ve beden haritasında gizler. Heidegger’in de “dasein” ile varmak ve vardırmak istediği (zaman zaman farklı bağlamlar ve denklemlerde belirtilse de) bu insani sorgu, merak ve arayış olsa gerektir.
Heidegger’in “dasein” kavramı varoluşçulukta önemli bir yapı taşı olduğu gibi yine bu bağlamda ve aynı zamanda mimari düşüncede de önemli çığır açan bir başka işçiliğini de “mekan”a ilişkin yorum ve düşüncelerinde okumanın mümkün olduğu fikriyle Heidegger’in mekanı “inşa etmek, yerleşmek (ikamet etmek) ve düşünmek” üçgeninde ele alışını konulaştıracağım.
3.2 Felsefede Mekân ve Heidegger’in “Mekân”ı
Sözlükte; “yer, bulunulan yer, ev, yurt, feza ve uzay” gibi anlamları bulunan “mekan” sözcüğü, mimaride inşanın konumlanması adına belirlenen ve bir konsepti bütünüyle içinde bulunduran alan olarak algılanmaktadır. Felsefede ise bu sözlük ve terim anlamını da içermekle beraber “varlığı, genişliği, sınırları, düşünmeye konu oluşu ve üzerinde düşünülen nesne vb.” olarak çok yönlü irdelenmektedir.
Mekân gibi özellikle içinde bulunduğumuz çağın tartışmaları açısından oldukça derin ve karmaşık bir sorun söz konusu olduğunda belki de ilk olarak şöyle bir soruyla işe başlanmalıdır: Mekânın kökeni ya da kaynağı nedir? Mekân yalnızca gözlerle görülen, ussal olarak kavranan bir şey midir? Yoksa arı, saydam ve yönelimsiz bir şey mi? Yaşantısallığı açısından bakıldığında daralan, büzülen, azalan bir şey mi? Bu soruların kaynağında mekânın hakikati gizlenmektedir (Kurtar,2013).
Felsefenin sorunlaştırdığı ve Kant, Karl Marx, Hegel, Henri Lefebvre gibi birçok düşünürün tartıştığı bu noktaların yanında mekanı mimari açıdan ve zamansal detaylarla değerlendirmeye dönük Maltepe Üniversitesi’nde 2013 yılında gerçekleştirilen İnsan İle Mekan Arasında İlişki Kuran Mimarlığa, Felsefece Bakış konulu sempozyum metninden yaptığım alıntıyı genel hatlarıyla fikir vermesi adına sunuyorum.
Mimarlığın felsefeyle ilişkisi, mimarlığa felsefece bakış, öteden beri mimarların ve filozofların gündeminde ağırlıklı olarak yer alıyor. Mekân olarak kentlerin durumu, kenti hep yeniden oluşturan mimarın; kenti nasıl algıladığı, geçmişin ve şimdinin yüküyle kentin geleceğine nasıl baktığı ve onu nasıl kurguladığı günümüzde her zamankinden daha çok önem taşıyor. ”Mekân yaratan ya da oluşturan bir özne olarak “mimar” günümüzde ne durumda? Mimarlar bilen, eyleyen, değiştiren özneler olarak kendilerini, yaptıkları işi nasıl değerlendiriyor? Mimari tasarımda insan ve insan ihtiyaçları ne ölçüde belirleyici? Bir ‘çözüm’ bağlamı olarak mimari tasarımın yerel – evrensel gerilimindeki duruşu ne gibi özellikler taşıyor? Mimari çözümler insanı insan yapan nitelikleri, özellikleri, kısacası insanın varlık koşullarını ne ölçüde dikkate alıyor? Mimarlar zamanın ruhundan nasıl etkileniyor ya da zamanın ruhunu nasıl etkiliyor? (Maltepe Üniversitesi, 2013)
Mekânı mimarlık bağlamından Varoluşçuluk düzleminde; düşünmek, buna bağlı inşa etmek ve bu inşa üzerinde ikamet ederek yeni şeyleri düşünebilmeyi önemli durumsal uzantılarıyla ele alan Heidegger, mimarlık düşüncesinde bu iki öğenin yani mimarlık ve düşünmenin sarmalını ele alır.
“İnsan ve Mekan” , Mensch und Raum adlı konferansta mimarlara yaptığı “İnşa Etmek ‘Yer’ leşmek, Düşünmek” Bauen, Wohnen, Denken başlıklı konuşmasında Heidegger, “insan ve mekan” ilişkisi denildiği zaman, insan ve mekanın birbirinden ayrı şeyler olarak anlaşılmaması gerektiğinden söz etmiştir. Heidegger’e göre ne insan dünyanın bir işlevi, ne de dünya insanın bir işlevidir. Fenomenoloji, insan ve dünyayı birbirlerinden ayrı düşünmez, insan ve dünya bir bütündür. Bu bütüncül bakış açısı insan-dünya birlikteliğini Kartezyen düşüncenin özne-nesne ayrımından kaçarak tarif etmektedir. Bunun da yolu fenomenolojinin yaklaşımı olan “yönelmişlik” tir. Anı dinleme ile yönelme, bir dünya-içinde-olmaya, bütüne katılmaya olanak verir (Hisarlıgil,2008).
Heidegger’in söz konusu yaklaşımları varoluşçuluğun önemli bir yoğunlukla mimariye sinmesini sağlamış; “İnsan ve Mekan” adlı konferans, “mekan”a önemli düzeyde odaklanan mimarlık dünyasında “insan”ın da başat unsur olduğunu ve aynı zamanda insani bir eylem olan “düşünme”nin de mimari eksende yeniden düşünülmesini sağlamıştır.
Heidegger ile somutlaşan inşa-ikamet ve düşünmek üçgeninin son derece önemli insani bir perspektif olduğunu kanıtlayan ve lirik dünyada farklı bir bağlamda Ataol Behramoğlu tarafından kaleme alınan bir şiirin şu dörtlüğünü de konuya tanıklık etmesi adına alıntılıyorum: “Bir sabah tanıdık bir şehre girerken/ Hüzünlü, tuhaf şeyler düşünür insan/ Sadece o şehrin değil/ Kendisinin de değiştiği duygusundan...”
4.Sonuç
Felsefe bir yol olunca yolcusu insandır. Bir soruysa sorulan insandır soran da. Bir çıkmazsa çıkamayanı, düğümse düğümleyeni ve çözeni, evse temeli, yerse düzeni ve bozanı, kâğıtsa mürekkebidir insan. Her ne ise felsefe, merkezine “insan”ı alır ve merkezinde “insan”ı çalıştırır. Evreni okuyan, okutan da insandır; dokuyan, dokutan da.
Çalışmamın daha girişinde insanın biriktirerek geldiğini söylemiştim. Teknolojiyi biriktirir ve bir yere varır, mülkü biriktirir bir şeye sahip olur, tecrübeyi biriktirir bir şeyler yapar. Ancak felsefeyi biriktiren insan daha da derinleşir. Çok enginlerde ya da çok yükseklerde yeni bir şeyler arar. Yeni sorular yepyeni soruların habercisi olur, vardığını düşündüğü ufuk yeni ufukların habercisi olur.
Heidegger: “ Her soru bir arayıştır.” der. Her bulduğunda bir yenisini sorduğun ve onu aradığında yeni bir soruya vardığın bir arayış. Deştikçe düşündüğün düşündükçe deştiğin seni yeni dünyalara tanık kılan bir arayış.
Varlık felsefesi bir bütün halinde “var olmayı ve bunu sorgulamayı” irdeler. Ancak buna ilişkin sorular varoluşçuları farklı yerlere sevk eder hatta bazen aynı düşünürü hayatının farklı dönemlerinde farklı yerlerde gezdirir. Heidegger de diğer varoluşçulardan farklı bir yerlere varır ve bazen de kendi hayat dönemleri arasında düşünce dünyasını farklı şekillerde konumlandırır. Öyle ki varoluş üzerine yirminci yüzyılda adeta çığır açan Heidegger, bir dönem varoluşçu olmadığını da ifade eder. Ancak onun bu akıma kattığı birçok soru kendisinden bağımsızlaşmış ve onu varoluşçular defterine kaydetmiştir.
Sürdürdüğüm bu çalışmada da Heidegger’den yola çıkmıştım ancak varoluşçuluk bu çalışmada da onun soruları gibi yine onun önüne geçti.
Ne dersiniz, Heidegger varoluşçu muydu(?)
Kaynakça
Nursi, S.(2009): Mesnevi-i Nuriye (Çeviri:Abdülmecid Nursi). Sözler Yayınevi, İstanbul
Varlık ve Zaman
Ergül, Öykü H. "Heidegger’in Varoluş Ontolojisi" Uludağ Ünv. Felsefe Dergisi
Cevizcioğlu. A.(1999) Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Çüçen. A.K.(2000) “Matin Heidegger’de İnsan Problemi” Felsefe Dünyası,İstanbul
Hisarlıgil,B. Martin Heidegger’de Mekan Düşüncesi:Hermeneutik-Fenomenolojik Bir Yaklaşım, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Say :25 Y l:2008/2 (23-34 s.)
Soydan, T. (2007): Heidegger Düşüncesi ve Teknik, Ankara Üniversitesi,2007
Kanatlı, F., “Sosyal Sıfatı Bir Güzelleme midir?”, VI. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri, 2465-2474, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2008
Sayar, K. (1997): Olmak Cesareti. İz yayıncılık, İstanbul
Sartre, J. P. (1997): Varoluşçuluk (Çeviri: Asım Bezirci). Say Yayınları, İstanbul
Hesse,H. (1989): Demian (Çeviri:Kamuran Şipal). Afa Yayınları,İstanbul
Ritter, J. (1954): Varoluş Felsefesi (Çeviri: Hüseyin Batuhan). İstanbul
Kant, Schopenhauer, Heidegger; (2008): Düşüncenin Çağrısı (Çeviri: Ahmet Aydoğan) Say Yayınları,İstanbul
Kurtar, S. (2013) Mekânı Yaşamak: Lefebvre ve Mekânın Diyalektik Oluşumu, TÜCAUM
İnsan İle Mekan Arasında İlişki Kuran Mimarlığa, Felsefece Bakış (2013) Maltepe Üniversitesi
www.sorularlarisale.com/index.php?s=modules/kulliyat&risale=53&sayfa=190
http://www.dildernegi.org.tr/TR,274/turkce-sozluk-ara-bul.html
http://siir.sitesi.web.tr/ataol-behramoglu/bir-sabah-tanidik-bir-sehre-girerken.html
www.kimkimdir.gen.tr
tr.wikipedia.org