Hakikat, Hareket ve İnşa
Şaban Ali Düzgün


İDE AKADEMİ 2021-2022 | DERS NOTLARI | 22 KASIM 2021

  • Hakikat kavramının Yunan felsefesinde karşılığı parrhesia kavramıdır ve bu kavram hakikati söyleme cesareti anlamına gelmektedir. Parrhesia, Michel Foucault’un öteki ile bir sözel ilişki etiği olarak Antikçağ insanının kendini etik olarak inşa etme sürecinin sözel bir pratiğidir.
  • Hakikat tartışması aynı zamanda bir ahlak tartışmasıdır ve bazen bu kavram mahiyetle ilgili olabilir. Nitekim  parrhesia kavramın sözün erdemine işaret  ediyor oluşunun temeli de buna dayanmaktadır.
  • Hakikat sorgulamasının mantıksal ya da olgusal düzeyde olması ise bir farklılık arz etmemektedir. Çünkü varlığa en uygun formu bulma arzusu hakikati aramanın itici gücüdür.
  • Post modernizmin babası Zygmunt Bauman’ın çoklu hakikatlerle ilgili olarak kullandığı hiper gerçeklik kavramı, Kur’an-ı Kerim’de iltibas olarak karşımıza çıkmaktadır. Hiper gerçeklik, hakikatin yerine sahte olan bir şeyin ikame edilmesi ve onun sahte olduğunu bilen hiç kimsenin ses çıkarmamasıdır.
  • Ancak hakikatin çoğulculuğunda hiper gerçeklikte olduğu gibi bir durum söz konusu değildir. Hakikatin çoğulculuğunun kendi sistematiği, makuliyeti, iç tutarlılığı ve mantıksallığı vardır.
  • Hakikat arayışında doğrulamaya ya da yanlışlamaya kapalı hiçbir alan yoktur.  Batı düşüncesinde Kant, varoluşçuluğun babası Kierkegaard, Protestanlığın babası Luther ve ikinci kurucusu sayılan Jean Calvin inanç ve iman konularının hatta iman edilen varlığın da hiçbir zaman doğrulamanın yanlışlamanın konusu olamayacağını düşünmektedirler.
  • Onlara göre inanç konularında, imanın söz konusu olduğu yerde bir kanıta dayalı hakikatten bahsetmek mümkün değildir. Yüzlerce kanıt bulunabilir ama bu kanıtlar insanı bir yere kadar getirir ve o yer ile tanrıyı kabul arasında mantıksal bir boşluk vardır. O boşluk iradi bir sıçrama ile aşılabilir. Bu noktada İslam düşünce tarihi ile taban tabana zıt bir durum söz konusudur.
  • Kanıt, doğrudan akıl yürütme ile alakalıdır. Kanıtın getirdiği yerden sonra sıçramayı yapan ise iradedir. Kelam geleneği akıl yetisinin insanı zorunlu olarak Allah’ın varlığına götürdüğünü kabul eder. Dolayısıyla İslam geleneğinde kanıta dayalı hakikat diye bir kullanım bulunmaktadır.

Hakikat Arayışında Mutabakat

  • Mâturîdî’ye göre varlığın gerçekliğini bize bildiren bilgiye ulaşmamızı sağlayan yollar dış gerçeklik/tecrübe dünyası, haberler ve nazardır.
  • Mâturîdî’nin söylemek istediği esasen hakikatın; aklın, duyu verileri ve vahyin mutabakatıdır.
  • Elmalılı Hamdi Yazır, Mülk suresinin üçüncü ayetinde طِبَاقاً kelimesini yorumlarken “gökleri tabaka tabaka yaratmak” manasını vermemiştir. Burada bir mecaz olduğunu ve insanın yedi bilme yeteneğine işaret ettiğini dile getirmiştir. Bu yedi yetenek ise beş duyu, akletmek ve vahye açıklıktır.
  •  Hem ayetin hem de Elmalılı’nın söylediği esaen şudur: beş duyu, akıl ve vahiy ayrı ayrı hakikatleri değil mutabık oldukları hakikatleri sunarlar.
  • Dini düşünce yelpazesinin iki ayrı ucunda bulunan Zekeriya er-Râzî ile Gazzâlî aklı, Allah’ın yeryüzündeki terazisi olarak tanımlamaktadır. Buradan çıkan sonuç ise şudur; akıl; iyi ile kötü arasında ayırım yaparak ahlaki bir sistemi, doğru ile yanlış arasında ayırım yaparak epistemolojik sistemi, güzel ile çirkin arasında ayırım yaparak estetik sistemi, haklı ile haksız arasında ayırım yaparak hukuk sistemini kurar. Dolayısıyla aslında sistem fikrinin temelinde bu fark yatar.
  • Son dönem Fransız felsefesinin ana kelimelerinden biri de fark’tır. Bütün ayrıntı ve hakikat o farkta yatar. Dolayısıyla hakikat aklın, tecrübenin ve vahyin mutabakatı ile üzerinde hemfikir olabileceğimiz bir şeydir.
  •  Din, tecrübe ve akıl sanki ayrı gerçeklik dünyaları kuruyormuş gibi bir algı bulunmaktadır. Böyle bir ayrılığa yer vermemek için hakikat dediğimiz şeyin bir mutabakatı gerektirmesinden hareket ederek İslam düşünce geleneğinde din ve bilim geleneği arasında çatışmanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
  •  Onun için William Draper’in History of Conflict Between Religion and Science adlı eseri batıda, din ile bilim arasında önlenemez bir çatışma olduğunu ortaya koymasına karşın bu çatışmanın İslam ile bilim arasında mümkün olmadığını dile getirmiştir.
  •  Kelamcıların tecrübe, vahiy ve nazarın üçünü birbirinden ayırmadan anması müthiş bir epistemolojik zemin sağlamıştır. Buradan hareket ettiğimizde hakikat arayışında doğrulamaya ya da yanlışlamaya kapalı hiçbir alan olmadığını görebiliriz. Dolayısıyla Allah hakkında konuşmak ve olgusal bir dış gerçeklik hakkında konuşmak da kanıta dayalı olmalıdır. Hakikat içerisinde sadece olgusal zorunluluklar değil mantıksal zorunluluklarda vardır.
  • İslam düşünce geleneğinde kelamcılar, mukallidin imanını sahih kabul etmemek konusunda çok katıdırlar. Çünkü taklit, kanıtın yokluğu demektir.
  • Kelam geleneği, din alanının delilsiz olmayacağını söyler. Kur’an-ı Kerim’de burhan, hüccet, delil, sultan ve beyyine gibi çeşitli delil formlarından bahsedilmektedir. Kur’an da “burhanınızı getirin” denilmiştir. Burhan ise felsefe geleneğinde kesin ispat demektir. Kelamcılar hitabi önermeleri ikinci sınıf saymışlar birinci sıraya burhan’ı koymuşlardır.
  • Büyük Zeydî alimlerinden Hasan er-Rassas’ın , el-Mu’cez adlı eserinde Hz. Peygamber’den, Hz. Ali kanalı ile yaptığı bir aktarım şöyledir: “Her kim dinini, Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünerek tefekkür, kitabını kavrayarak tedebbür ve peygamberinin sünnetini anlamaya çalışarak tefehhüm oluşturursa sıradağlar yerinde durduğu sürece onun dini de yerinde sağlam şekilde durur. Her kim ki dinini insanların ağzından duyarak almaya başlarsa o insanlar onu bazen sağa bazen sola sürüklerler. Bu da dinin zevali demektir.”
  •  Tefekkür, tedebbür ve tefehhüm gibi akletme formları, zihnin işlevleridir. Bir insan dinini bu formlar üzerine kurmalıdır. Hakikate ilişkin kurgular herkesin kendi kurgusu olmalıdır ve hakikat denetime açık olmalıdır.